Şantiyede Çalışmak

Nereden başlanır bilmiyorum. En iyisi hikayemi anlatayım.

Okuldan mezun olduktan sonra, askerliği tecil ettirip Denizli’de bir kömür ocağında işe başladım. Çivril’de bir köydeydi ocak. Patron oralıydı, evi oradaydı. İki oğlu vardı, sürekli araba değiştirip duruyorlardı. Bana gittiğimde kalacak yer ayarlamadılar, bir süre patronun köydeki evinde kaldım. Torunuyla, geliniyle, bildiğin köy hayatı yaşadım. Sabahları keçi peyniri falan yiyordum. Ocağa canı isterse götürüyordu, canı isterse çalıştırıyordu. İş yokken köydeki kahvede oturup birkaç yaşlı amcayla tv izleyip çay içiyor, bir sürü soru cevaplıyordum. Baktım böyle olmayacak, bana bir araç vermelerini ve ilçeden ev tutmalarını talep ettim. Tamam dediler, ayarlayacağız, şimdilik böyle devam et. Bir hafta, iki hafta, derken ilk ayımı doldurdum, maaş günü geldi. İlk gün ses yok, iki, üç, dört… Aracı maracı geçtim artık, sordum, bizim maaş ne oldu diye. Yarın halledeceğiz, şudur budur. Bu arada ben cebimde 20 lirayla geziyorum. Avans istiyorum, tamam diyorlar, ertesi gün 15 lira veriyorlar. 20 değil, 10’luk ve 5’lik. O ara ilçede bir ev buldum, tuttum. İçinde bir tane açılır kapanır kanepe var, o kadar. Maaş gelse borçlanıp eşya dizeceğim, ama bir süre bekledim. İki ay, üç ay. Hala evde tek kanepe var, onda uyuyor, oturuyorum. Canım o kadar sıkılıyor ki, eve internet çektirdim, vakit geçsin diye. Faturası geldi, kiralar geldi, karşı komşum öğretmendi apartman kömür parası istedi, mahcubiyetten ölüyorum herkese. Küçük yerdesin, yabancısın, adın mühendis, ters bakıyor insanlar haliyle. Esnafa borçluyum, borcum bir tava ile tencere, iki kaşık, bir çatal, bir de bardak. Buzdolabım yok haliyle, yumurtaları camın önüne diziyorum, her sabah suya atıp bozulup bozulmadıklarını kontrol ediyorum. Altın değerinde o yumurtalar. Akşam makarna yiyorum, hazır çorba içiyorum. Dört kilo verdim üç ayda. Hala maaş yok. Başlarda ilk işim diye çok heyecanlıydım motivasyonum buydu ama artık sinirlerim çok bozuk, delirmek üzereyim. Ailemi arayıp istifa edeceğimi söylüyorum, bekle diyorlar, biraz daha sık dişini belki durumları düzeltirler, ticaret bu, falan filan. Tamam diyorum, devam ediyorum. Dördüncü ay, yine aynı tablo. Ocakta kaçak üretim diz boyu, mühür kırılıp girildiği açığa çıkıyor, tahlisiyeciler gelip bana kazada kurtarıcı eğitimi veriyor, kimse lafımı dinlemiyor, işçi desen köyden her gün farklı işi olmayan beş kişiyi toplayıp yevmiyeyle indiriyorlar. Birkaç şeyi kavga dövüş düzeltiyorum, bu sefer evraklar eksik çıkıyor. Denetime gelen yok. Kuş uçmuyor, kervan geçmiyor. Sonunda dayanamadım, birkaç meslektaşımı aradım. Hemen kaçmaya kalkıyorsun dört ayda, ne kadar gevşeksin gibisinden tepki verdiler, kanıma dokundu, kapattım. Biraz daha bekledim, değişen bir şey olmadı. Beş kilo verdim toplamda. Bir akşam, patronun büyük oğlunu arayıp acil bana gelmesi gerektiğini söyledim, sallamadı, beşinci kez arayınca telefonu kapattı. Sonra küçük oğlu beni aradı, ne var lan, ne oldu dedi. Lanlı lunlu konuşma, ney, ne dedin, bekle sen bekle, geliyorum’lu bir diyaloğumuz oldu. Saat akşam 9 gibi geldi, kapının önüne indim. Kafası güzel, ağzı bozuk. Bana maaşımı verin dedim, yoksa mahkemeye vereceğim sizi. Komşular çıktı, ayırdı bizi. Ev sahibim çok iyi bir amcaydı gerçekten, beni evine aldı o akşam, yemek yedik falan. Anlattım her şeyi. Biliyormuş zaten tahmin etmiş. Kiranı veremedim ama, arka bahçende ot bağlamış her yeri, tırpanın varsa tırpanlarım yarın dedim. Zar zor ikna ettim, ertesi gün akşama kadar bahçesinde çalıştım. Sonra elini öptüm, vedalaştım, eve geçip valizimi sırtlandım ve otostopla köylerden geçip Ankara yoluna çıktım. Bir otobüs durdu en son, param yok dedim, ama aştideki yazıhanenize getireceğim, söz veriyorum. Canın sağ olsun dediler, insanmış gerçekten hepsi. Sabah ilk iş MİGEM’e gidip istifamı verdim, durumu anlattım, kurtarın beni bu ocağın sorumluluğundan dedim. Alacaklarını tahsil edelim, dava aç, öyle istifanı alalım dedi, yok dedim beklemek istemiyorum lanet olsun. İşin açığı, dava masrafını karşılayamaz, baskılarıyla savaşamazdım, güçsüz düşmüştüm ve uğraşmak da istemiyordum. Öyle de oldu.

Bu hikayeyi dikkat çekmek, gereksiz dram yaratmak için anlatmıyorum. Mesele şu,

bizi meslek onurunu geçtim insanlık onurumuzu ezen, sömüren bu yavşaklarla muhatap eden, muhtaç bırakan her şeye, herkese lanet olsun. Kalbim çarptıkça kavga edeceğim bu bezirgan sistemiyle, her yerde, her şekilde.

Sonraki süreçte bir süre Ankara’da iş aradım, birkaç şey buldum, proje bürosuydu biri. 1200 lira maaş, 6 gün çalış. İlk maaşı 45 günde hala vermeyince bıraktım onu da. Sonra satış firmasına girdim, her şey düzgün gitti ama 3 ay sonra ortaklarından biri çekilince battılar, şansıma. Sonra bunlardan daha iyi bir şey çıkmadı karşıma, aylarca bekledim, sonunda yine şantiyede çalışmalık iyi bir şirkette iş ayarladım. Orada her şey asgari yeterlilikte gitti hayatımda, şimdi de zorlu 5 yılın ardından nispeten düzgün kalibrede bir şirkette çalışıyorum.

Peki bu yeterli mi, sonucu böyle oldu diye hasır altı mı edilmeli onca yaşanan? Herkes aynı sorunlarla boğuşuyor diyerek sineye mi çekilmeli, normalleştirilmeli mi bütün bu saçmalık?

İnsanlar işyerleriyle ilgili problemlerden bahsederken, çoğu zaman parçası olamıyorum. Basite indirgemek istemiyorum, sorunlar gerçekten sorun olduğu için sorundurlar (demirele antitez) fakat gerçekten çok daha temel meseleler varken ofis, fabrika, servis, muhasebe, yıllık izin, mesai vb şeyleri gözüm görmüyor. Cumartesi çalışmaktan şikayet eden insanlara ben pazar günleri de 11 saat çalışıyorum diyemiyorum. İşten sonra bir yerlerde vakit geçirelim diye plan yapıp mesaiye kalmak zorunda olduğu için hayata küfredenlerle aynı ezgide buluşamıyorum. Günde altı saat, tek bir makinenin başında ayakta dikiliyorum bazen, etrafta tek tük otlar var, gökyüzü var, böcekler var. Şarkı söylüyorum bazen kendi kendime, birilerine telefon ediyorum, internet çekmiyor çoğu zaman, mesai bir gün gibi ama haftalar sonra bitiyormuş gibi geliyor ve odama geçiyorum. Tek başımayım yine, tv var, enstrüman var iki tane, kitap falan. Onlarla oyalanıyorum, yatıyorum, sabah yine aynı. Bu yalnızlık hissini, insanda yıllarca biriken yalnızlık hissini anlatamam ya size, özlediğiniz her şeyden uzakta kaldıkça artık özleme duygusunu yitirmeyi, zamanla da onların hepsini yitirmeyi, insan yitirmeyi en çok işte, izne çıkınca arayacak kimse bulamamayı…

Şantiyecinin en büyük sorunu, iş dediği şeyin bütün hayatı haline gelmesi. Bir yaşama biçimi sorunu, yaşama dediğin şey zaten normalde bu kadar berbat bir hadiseyken ülkede, ondan bile yoksunluk hali. Hayatını para için askıya alma ve zamanla yok etme sorunu. Bununla başa çıkmak için yöntem bulmak, yaşamsal bir şey bizler için. Borç harç bir otomobil almak, dağ başında seni dünyaya bağlayan ve özgürlüğünü temsil eden, rahatlık değil özentilik değil kan dolaşımı imgesi. Telefon iletişim aracı değil, birine uzattığın el. İki üç ayda bir eş dostla bir araya geldiğinde ettiğin sıradan gündelik muhabbet senin için dünyalara bedel, bir vakit geçirme hadisesi değil.

Geriye kalan her şey burada yazıyor zaten, konuşuluyor, tartışılıyor. Hepsi benim de sorunum, sadece cebimde fazladan bunlar var.

Meseleye bir de buralardan bakın istedim.
Sabırla okuyanlara teşekkürler.
Ve iyi ki böyle bir platform var, herkese bir pencere, çok değerli ve yaygınlaşması gerekiyor.

3 Beğeni