Meslektaşa e-mail (1): İyi iş yok, çok umut var

Sevgili meslektaşım,

Nasılsın? Kendine bu soruyu sormaya pek fırsat bulamadığını bildiğimden ben sorayım istedim. “ Eh işte, iş güç… Sabah gidip akşam geliyoruz. ” diyen sesin kulaklarımda çınladı. Bütün yoğunluğunun arasında bayram tatili ilaç gibi gelmiş olsa gerek. Hele bir de yaz aylarına denk geldi ya, eğer on günü bağlayabildiysen çoktan düşmüşsündür yollara. Bağlayamadıysan da çok kafana takma, diğerlerinden sadece iki gün daha fazla çalışmak zorunda kalacaksın.
Çalışmak demişken, işyerinde durumlar nasıl? Memnun musun çalıştığın yerden? Bugünlerde hangi mühendis arkadaşımla konuştuysam bir dokunup bin ah işitiyorum. Hiç kimse işyerinden memnun değil. Kimisi yaptığı işin mühendislik bile olmamasından şikâyetçi, kimisi geçinememekten, kimisi evine uzaklığından. Kimisi de çalıştığı insanlardan veya yöneticilerinden memnun değil. Birçoklarından da hep aynı şeyi duyuyorum, herkes yurtdışına kapağı atmaya çalışıyor. Öyle ki, “istifayı basıp nezih bir mekân açacağım, konsepti oturtursak kesin tutar” bile demiyor artık kimse. Anlattıklarına göre bariyerim.net’ten ya da Finkedin’den sürekli iş ilanlarını araştırıp, yaptıkları işle ilgili bir ilan görünce hiç düşünmeden basıyorlarmış ‘ apply ’ (başvur) butonuna. “ Burada kalıp da ne yapacağız ki ” diyorlar, hepsi çok umutsuz. Sadece çalışma koşulları değil, memleketin hali de canlarını sıkıyor belli ki. Senin de aklından benzer şeyler geçiyordur. Laiklik, yaşam tarzı, temel hak ve özgürlükler, sosyal medyada ettiği iki kelam yüzünden tutuklananlar, demokrasinin d’sine hasret kalışımız, darbe miydi “ false flag ” (kurgu) miydi diye düşünüp 2019’a kadar başımıza daha ne felaketler geleceğini tartışırken daralan piyasalar ve genişleyen hayal gücümüz sayesinde gırla gidiyor dertler. Hepsi bir yana henüz 20’li veya 30’lu yaşlarındaki gencecik insanların bu umutsuzluğu üzüyor beni. Bazen hak versem de çoğu zaman sormadan edemiyorum. Sence de tüm bu mutsuzluğun ve umutsuzluğun panzehri kaçınca bulunabilir mi? Bütün bir hayatımızı arkamızda bırakıp kendimizi dünyadan izole edince kurtulabilecek miyiz? Eğer çözüm gitmekse, haberleşip hep beraber kaçalım. Sonra gidenlerin arkasından türlü türlü dedikodular dolaşıyor. Yok efendim şunun arkadaşı bilmem kaç bin euroyla mis gibi geçinip gidiyormuş, bunun kuzeninin çalıştığı yerde trafik diye bir dert yokmuş, zaten 6 saatten fazla çalışmıyorlarmış, berikinin gittiği yerde kimse kimseye karışmadan sakince işini yapıyormuş, herkes işyerine son derece bağlı şekilde elinden geleni ardına koymuyormuş…

Sen hala o kurumsal firmada mı çalışıyorsun? Sanki biraz daha iyi bir maaş verdikleri için daha küçük ölçekli bir yere geçmiştin diye hatırlıyorum. İşyeri bağlılığı dedik ya, hani şu “ yurtdışında öyle olmuyor o işler ” denen konulardan biri. Sahi çalışan bağlılığını nereye bağlamak lazım? Çalışana değer verilmesine mi, yarattığı “değerin” karşılığının verilmesine mi? Yani mesela sizin işyerinde, nasıl bağlıyorlar sizi? Önceki kurumsal işyerinde çalışırken yılbaşı kutlamalarından, pikniklerden, minik minik kahve ya da dondurma ikramlarından bahsetmiştin. Hiç biri yoksa şirketçe gidilen toplu etkinlikler, oynanan oyunlar vardı. Bir de insan kaynakları (İK) departmanınızdan mütemadiyen gelen “ Siz bizim her şeyimizsiniz, canımızsınız! Tatlış çalışanlarımız bizim, hanimiş de hanimiş… ” temalı motivasyon e-maillerinden, promosyon ürünlerden bahsetmiştin. Laf aramızda, bu İK işine oldum olası ayar olurum. Maden suyu muyuz biz, demir filizi miyiz? Sensin kaynak! Ortadaki bütün işi çekip çeviren biziz, sonra üç torba çimento muamelesi gören yine biz…

Muhtemelen şimdi çalıştığın yerde de bağlılık artırıcı faaliyet olarak “ happy hours ” vardır. Yönetici Rıfat beylerle içtenlikle (!) birbirinize gülümserken “ bunu da başka şirkette bulamazsınız ha, hehehe ” diyerek ikramların cömertliğinden dem vurulan, birkaç dakika sonra başka bir köşede “ Rıfat bey geçen toplantıda bir köpürdü, hepimizi sıradan fırçaladı, birini kovacak diye ödümüz koptu ” dedikodularıyla ‘happy hour’lara ‘happiness’ katılan tatlı molalardan bahsediyorum.

Mühendisleri işyerlerine bağlamak için yedirip içirmekten veya gururumuzu okşayan e-maillerden daha fazlasına ihtiyaç duyduklarını biliyor olsalar gerek, yukarıda anlattıklarım destekleyici bağlama faaliyetleri olarak kalıyor. Hatta bazı işyerlerinde hiç böyle şeyler yok. Bunlar yalnızca “çalışanına değer verdiğini” dağlara taşlara haykırarak iddia eden şirketlerin bütçe ayırdığı işler. Tüm işyerlerinde ortak olan bir şey var ki, asıl bağlamayı daha ciddi konularda çekiyorlar. Adı yerine göre değişse de süreçler aynı şekilde işliyor. İsimler kimi yerde “performans değerlendirmesi”, kimi yerde “dönem sonu notu”, zaman zaman “terfi seçmesi”, “kıdem dönemi” veya kaynak ustası İK’cıların hayal güçlerinin genişliğine bağlı olarak daha farklı isimler.

Her çalışma döneminin başında, “ölçülebilir metriklere dayanan, zorlayıcı, çalışanın potansiyelini açığa çıkartabilecek, yapılan işi iyileştirecek” bir dizi hedef üzerinde anlaşılıyor. Hatta çoğu şirkette anlaşma bile olmadan bu hedefler mühendislere atanıyor. Sonra gelsin fazla mesailerde 6-sigmalar, gitsin hafta sonları Kai-Zen’ler.

En sonunda yaklaşıyoruz hesap gününe… Bağlılık diyorduk ya, işte bağlılık! İşte umut! Düşünsene, daha öğrenciyken hayal ettiklerinin hepsi önüne seriliyor. Amirlerinden takdir görecek, yılsonunda alabileceğin iki maaş değerindeki primle kışın yapacağın hafta sonu tatilini planlayabilecek, olur da uygun bir pozisyon açılırsa “junior” (kıdemsiz) olarak başladığın meslek hayatında senior’dı (kıdemli) manager’dı (yönetici) derken, hoop! Bir bakmışsın ki zirvedesin. Bunlar için tek yapman gereken çalışmak, daha çok çalışmak, biraz daha çalışmak ama en çok ne kadar da fazla ve kaliteli çalıştığını göstermeye çalışmak.

Tüm bunları başarıp, hak ettiğini aldığını düşünen arkadaşlara bir tebrikten başka söyleyecek bir şeyin var mı? Sahi bu arkadaşlar kaç kişiler? Yüzde kaça denk geliyorlar yani sizin işyerinde? Ona sunulan imkânları sana sunsalar daha iyisini bile yapabilirdin değil mi? Kesinlikle yapabilirdin. Peki bu arkadaşın senden daha mı mutlu? Ya da şirketine senden daha mı bağlı? Belki bir süreliğine, bir sonraki değerlendirme dönemi başlayıncaya kadar…

Bir de senin açından bakmak istiyorum. “Ölçülebilir metriklere dayalı KPI’larını ***** ” ucu ucuna da olsa yakalayabildiğin için sözlü bir takdiri hak ettin ve aldın, tebrikler! Önümüzdeki dönem “gelişime açık yönlerinde” mesafe kat edebilir ve hedeflerini “overachieve” (beklenilenden daha iyi) edebilirsen diğer arkadaşın gibi bir prim ödemesine nail olabilir ve “terfi için değerlendirilebilme ihtimali olanlar” isimli excel listesine adını yazdırma şansını yöneticine hatırlatabilirsin. Mutsuz musun? Kendine söyleyecek bir şeylerin varmış gibi bakıyorsun. Muhtemelen akşam eve gittiğinde CV’ni güncelleyip bariyerim.net senin, yinemiis.com benim gezeceksin. Finkedin’de Avrupa’daki iş ilanlarını araştıracak, “Green Card” başvurularının ne zaman açıklanacağını aratacaksın. En kötü ihtimalle, OHAL’de durulmuş piyasalara rağmen yurt içinde sana hak ettiğini vereceklerini düşündüğün başka bir şirket soruşturacaksın arkadaşlarından. Şirketine bağlılığın diplerde, değil mi? Belki bir süreliğine, bir sonraki değerlendirme dönemi başlayıncaya kadar…

Dönüp dolaşıp aynı yere mi geldiniz yoksa? Bir sonraki değerlendirme döneminin başlamasından itibaren, gerçekten de öyle. Bağlandınız değil mi? Seve seve olmasa da “daha iyi koşullara sahip olmayı” umut ede ede bağlandık.

İkiniz de tekrar canhıraş çalışacaksınız, belki farklı işleri yapacak, belki de bire bir aynı işin farklı uçlarından tutacaksınız. Sonuç olarak yine farklı şekilde değerlendirileceksiniz. Ekim ayı geldiğinde patronunuz, “ bu yılın 3.çeyrek bilançosuna göre şirket hedeflerimizi tam üçe katlamışız! İhracatta yedi basamak yükselirken iç pazarda tam canavarız, bunu bir aile olarak sizler başlardınız, tebrikler, herkese benden çay! ” nidalarıyla ofis içinde koştururken kafanızı kaldırıp birbirinize bakacasınız.

Bu devran her sene böyle sürüp giderken kafamızı nasıl kaldıracağız? Sahi, sen ne yapmayı düşünüyorsun? Emekli olacağın zamanı görebiliyor musun? Bireysel emeklilik hesabına para yatıracak kadar maaş alıyor musun? Bunca rekabetin içinde ne kadar süre daha onurumuzdan vazgeçmeden kalabiliriz? Gelecek planlarımız, borçlarımız veya sorumluluklarımız bir yandan sıkıştırırken, bu rekabete daha ne kadar tek başımıza direnebiliriz?

Biraz daha cesur olabiliriz. İşyerimiz bize “ çalışanların maaşlarını birbirine söylemesi suçtur ” dedi diye bunu konuşmak gerçekten suç mudur? “Performans hedeflerinin diğer çalışanlarla paylaşılması” suç mudur? Hangi iş arkadaşımıza ne haklar verildiğini, kimden ne alındığını bilmeden kafamızı kaldıramayacağız, burası kesin. Şirketimizin bizi rakip ilan ettiği, oysaki bizden tek farkı yan masamızda oturması olan meslektaşımızla konuştuğumuz, yeri geldiğinde beraber ayağa kalktığımız zaman kazanacağız. Bir başka işyerinde çalışan bir meslektaşımızın başına ne haller geldiğini gördükçe kendi işyerimizde önlemimizi alacağız. O “başka” işyerinde bize verilenden fazla ne haklar varsa görüp kendi işyerimiz için de istemeden alamayacağız.

Her bir ucunun birbiriyle iletişime geçebildiği bir dünyada, hiç olmazsa meslektaşlarımızın çalışma koşullarından haberdar olmak, tek başına olmadığını hissetmek bile sana müthiş bir özgüven verecek, buna eminim. Sendikalar mühendislere hitap etmiyor olabilir. Meslek Odalarımız bu konuyu dert edinmiyor olabilir. O halde çare bizde. Biz seninle bir araya geleceğiz, birleştikçe çoğalacak, çoğaldıkça güçleneceğiz. Bakma sen “birleşelim, çoğalalım” kelimelerinin şatafatına, hiç zor değil. Yalnızca birer adım atacaksın, biri bana diğeri de yan masana doğru.

Hiç birimizin işi “gerçekten” iyi değil. Kimisi çok, kimisi daha az kötü. Her sabah saat çaldığında, uyanıp günümüzü geçireceğimiz yere giderken, hangimiz daha umutluysak o daha az sövüyor çalar saatine. Sonuç olarak canım meslektaşım, biz seninle bir araya gelmeyi başaramazsak, ikimiz de hiçbir sabah uyanıp keyifle işimizi yapamayacağız. Bunun için de önce en yakınımızdan başlayacağız, bir araya gelerek umudumuzu yeşerteceğiz. Sonra ya bir yol bulacağız, ya da yeni bir yol açacağız. Sahne bizim.

Saygılarımla / Best Regards

2 Beğeni